Çarşamba, Ekim 30, 2024
Ana SayfaGündemBir Göç Öyküsü: Io Capitano

Bir Göç Öyküsü: Io Capitano

Afrika sinemasının öncüsü, Senegalli yönetmen Ousmane Sembene,
“Mandabi” (1968) isimli filmini halkının çoğu Fransızca
anlamadığı için Wolof dilinde çekmek ister ve böylelikle ilk
kez bir Afrika dilinde film yapılmış olur.

Senegal’in 1960’da
Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından
sömürgeciliğe, bağımsızlığını kazanan toplumlarda yaşanan
kimlik bunalımlarına ve bunun sınıflar arası farklılıklarına
ana karakterinin yaşadığı “küçük” bir sorunla, Fransa’dan
“gelemeyen” bir havale ile Kafkaesk bir bürokrasi üzerinden
çarpıcı bir yergi sunan Sembene’in meselesinin özü bellidir:
Bir zamanlar sömürgesi olduğu Fransa’dan Senegal’e para, o
kadar da kolay gelmez. Fransa’dan insanlar gelir, kolonyalizm gelir
ama havale, bir türlü gelemez.

“İtalyan Sinemasıyla Buluşma” kapsamında
gösterilen “Io Capitano”nun yönetmeni Matteo Garrone, yıllar
önce Sembene’in bıraktığı bayrağı devralmak için yürekli
bir girişimde bulunuyor ve filmini yalnızca -büyük oranda- Wolof
dilinde çekmekle kalmayıp Sembene’in anlatısını tamamlıyor.

The Guardian’a yaptığı açıklamalarda, “Gençler, kendi
yaşlarından insanların Fransa’dan kolaylıkla Senegal’e
seyahat ettiğini görüyor ancak onlar aynı şeyi yapamıyor”
diyen yönetmen, bu bakımdan Sembene’in Mandabi’siyle analojik
bir bağ kuruyor. Tıpkı Sembene’in anlattığı gibi Fransa’dan
insanlar gelir, para gelemez ama Senegal’den “para” gider,
insanlar -o kadar da kolay- gidemez diyor Garrone ve “Io
Capitano”nun harcına da bu mayayı karıştırıyor.

AVRUPA’NIN ‘NORMAL’İ

Garrone’nin, Gomorra’dan ve hatta
Pinocchio’dan aşina olduğumuz “gençler ve tradejiler”
konuları ise Io Capitano’da göç ve küreselleşme olgularıyla
birleşiyor. Avrupa’nın “normal”i haline gelen göç
facialarına iki gencin yolculuğu üzerinden dikkat çekici bir
yorum getiriliyor. Çünkü Garrone’nin “Io Capitano” ile
yaptığı klişeleşmiş beyaz adam bakışından çok uzak ve tam
da bu yüzden Senegal’de, Wolof dilinde ana karakteri Seydou’nun
alabildiğine normal yaşamıyla başlıyor. Annesi ve kız
kardeşleriyle yaşadığı kulübede açılan film süslenen,
peruklar takan, danslar eden, şarkılar söyleyen ailenin gündelik
yaşamının, “yerleşik göç eden aile” imgesinden ayrıştığını
kanıtlıyor böylelikle. Elbette modern yaşamın sunduğu
olanaklara büyük oranda uzaklar ancak kadrajın ilettiği duyguda
belki bir parça umutsuz ama yine de mutlu görünüyorlar. Pek tabii
her genç gibi sosyal medyada gördükleri yaşamlara imreniyor ve
şarkıcı olmanın tek yolunun Avrupa’dan geçtiğini düşünüyorlar
ancak gitmek istemelerinin nedeni tek başına savaş, kıtlık veya
başka sosyopolitik sebepler değil. Yalnızca “Avrupa’nın
onları ve şarkılarını beklediğine” ilişkin çocuksu
yanılgıları…

Gerçekten de bu hayal, ailelerinden gizli
çıktıkları yolculukta Seydou ve kuzeni Moussa’yı büyük bir
trajediye sürüklüyor. Şarkıcı olma düşleri çöl tozuna,
inşaat çamuruna bulanıyor, Nijerya’dan Libya’ya, İtalya’ya,
insan tacirlerinden mafya işkence evlerine değin dehşet verici bir
hayatta kalma savaşına evriliyor. Sürreel bir üslupla betimlenen
çöl sahnesinde önce çocuklukları sonra da masumiyetleri “uçup
gidiyor”.

Ailelerini dinlemedikleri için yaşadıkları pişmanlığa
çare olamayan “bir melek”, fiziksel acılarına da merhem
olamıyor. Kat ettikleri her mesafeyle yaş alıyorlar fakat
geleceklerine yönelik duydukları ümitten de vazgeçmiyorlar.
Garrone’nin sırrı, böylesine kahredici bir sorunu tabulaşmış
eleştirilerden uzağa götürebilmesi ve “biz-onlar” anlayışının
dışına çıkarak iki gencin gelecek tasavvurlarını drama dozu
dengeli bir öyküyle bütünleyebilmesinde yatıyor. Ve bunu
yaparken ölümün ensesinde beklediği o ünlü bedeli Seydou’nun
gözlerine gömüyor, gencecik bir yüreğin çarpıntısını
duymamıza olanak tanıyor. Sanırım “Io Capitano”yu iyi kılan,
işte o küçücük kalbin finaldeki atışı…

Puanım: 7/10

En Son Okunanlar

En Çok Okunanlar