Şöhret dünyasını eleştirmek zordur. Ancak daha da zor olan, o dünyanın “kirini” göstermeye çalışırken “çamura” bulanmamayı başarabilmek. Cannes gösteriminin ardından büyük tartışmalara neden olan ve içerdiği bazı sahnelerle yeni bir “Blonde” rüzgârı estiren The Idol, hicvettiği dünyanın bataklığının kıyısında bekliyor…
Ekranın ortasında yakın planda gördüğümüz ana karakterimiz Joss’la (Lily-Rose Depp) açılıyor The Idol… Kamera yavaş yavaş uzaklaşırken bir fotoğrafçının kendisinden istediği talimatları yerine getirdiğini anlıyoruz. Gülüyor, üzülüyor, donuklaşıyor, ağlıyor… Bir yandan Joss’ın nevrotik karakteriyle uyumlu tüm duyguları sıralamasını izlerken öte yandan “onu yaratanların” tuhaf konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz: “Ama imaj ne söylüyor: genç, güzel ve sorunlu olduğunu… Çünkü akıl hastalığı seksidir.” İşte bu cümleler, Euphoria’nın yaratıcısı Sam Levinson’ın hâkim olduğu bir temayla yola çıktığı yeni serüveninde şöhret dünyasına ve yıldız meselesine getirmek istediği eleştirilerin yalnızca başlangıcı ve “meşru” ayağı… Çünkü dizinin ilk bölümünde Joss’ı ve bedenini içinde bulunduğu dünyanın beklentisiyle uyumlu biçimde, bilinçli bir yergiyle tasvir eden The Idol, bir süre sonra önce meşruiyetini kaybediyor ve ardından da hicvetmek istediği dünyanın tuzağına düşüyor. “Pop star olmak istiyorsan acı çekmelisin” diyerek kahramanını şöhret dünyasının kapanına sıkıştıran dizi böylelikle onun “kafesteki gösteri nesnesi” olmasının da önünü açıyor.
YILDIZ OLMANIN BEDELİ
The Idol, tıpkı geçtiğimiz sene izlediğimiz ve ana karakterine duyduğu nefretle Razzie’ye, Ana de Armas’ın hayranlık uyandırıcı performansıyla da Oscar’a aday olduğu Blonde’un Marilyn Monroe’ya yaptığı gibi o dünyayı şeytanlaştırmaya çalışırken ana karakterini unutuyor ve bir bakıma aynı kötülüğün bir parçası oluyor. Bir aşk hikâyesi iddiasıyla çıktığı yolda The Weeknd’i hem yaratıcı hem de oyuncu olarak kervanına dahil ederek büyük bir ün kazanan dizi elindeki Britney Spears’la paralellik taşıyan öykünün kırılma noktalarını kullanmak yerine “görsel malzemeyi” kullanmayı seçiyor ve ana karakterinin neden krizin eşiğinde olduğunu, ancak ikinci bölümde açıklama zahmetine girişiyor. Ve o ana kadar kamera yalnızca -hâlâ yoğun bir psikozun etkilerini gözlemlediğimiz- karakterimizin içinde bulunduğu duygu durumundan öte bütünüyle bedeniyle ilgileniyor ve bu, The Idol’ın ana fikriyle çelişmesine neden oluyor. Evet, şöhret dünyasının, yıldız olmanın bedeli tam da Joss’ın yaşadığı ve göstermek zorunda olduğu gibi “bedenden ibaret olması”. Fakat bunu anlatmaya çalışırken, karakterin katmanlarını yok etmek ve seyircinin özdeşleşebileceği herhangi bir duygu kırıntısından mahrum bırakmak yapımın en büyük sorunu bana kalırsa ve Joss’ı, kaçmaya çalıştığı dünyanın oyuncağı yapmaktan başka bir işe yaramıyor.
Lily-Rose Depp’in bu noktada üzerine düşenden fazlasını yaptığını ve onu konumlandırdıkları yere ve duruma inat, buğulu gözleriyle güçlü bir performans sergilediğini de not düşmem gerek. Ancak ilk bölümde “açılışın rehaveti” olarak yorumladığım ikinci bölümde ise sıkıcı olmaya başlayan yüzeysel ana karakter tasvirini üçüncü bölümde görmek konusundaki endişelerim baki. Ve bu, The Idol’a yönelik ilgimi azaltıyor.
Puanım: 5.5